Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) Başkanı Fahrettin Altun, kurumun düzenlediği bir sertifika töreninde yaptığı konuşmada, insan hakları, adalet ve eşitlik üzerine önemli mesajlar verdi. Kurum olarak temel felsefelerinin “insanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışına dayandığını belirten Altun, verdikleri eğitimlerle “sadece bugünün değil, yarının da adaletine” hizmet ettiklerini söyledi.
“İnsanı Yaşat Ki Devlet Yaşasın Felsefesinin Takipçisiyiz”
Altun, TİHEK’in sadece bir denetim ve yaptırım kurumu olmadığını, aynı zamanda insan onurunu merkeze alan bir anlayışın takipçisi olduğunu ifade etti. Konuşmasında Türk-İslam geleneğindeki “eşref-i mahlukat” (yaratılmışların en şereflisi) ve “insan-ı kamil” (olgun insan) kavramlarına atıfta bulunan Altun, insan onurunun dokunulmazlığının altını çizdi. İşkence ve kötü muameleyle mücadelenin vazgeçilmez bir öncelik olduğunu vurguladı.
“Adaletsizliğin Küreselleştiği Bir Çağdayız”
Modern dünyanın kurucu metinlerinde yer alan eşitlik ilkesinin, uygulamada karşılığını bulamadığını savunan Altun, küresel düzende adaletin değil, “güçlünün hukukunun” geçerli olduğunu söyledi. Dünyada yaşanan savaşlar, krizler ve dijital zorbalık gibi sorunların insan hakları ihlallerini derinleştirdiğini belirten Altun, “Adaletsizliğin küreselleştiği, kötülüğün sıradanlaştığı bir çağda, insan onuru için mücadele etmek artık daha da kıymetli ve kutsal bir görev haline gelmiştir,” dedi. Altun, kurum olarak yeni dönemde ulusal ve uluslararası alanda insan hakları ihlallerini daha etkin izleyeceklerini ve Türkiye’nin sesini daha güçlü duyuracaklarını da sözlerine ekledi.
TİHEK Başkanı Fahrettin Altun’un adalet, insan onuru ve eşitlik üzerine yaptığı bu tumturaklı konuşmayı dinlerken, insanın aklına ister istemez şu soru geliyor: Bu sözler, hangi Türkiye’den bahsediyor? Bir yanda ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ felsefesinden, ‘eşref-i mahlukat’tan dem vuran bir yönetici; diğer yanda ise ülkenin en büyük şehrinin seçilmiş belediye başkanının (Ekrem İmamoğlu) siyasi nedenlerle cezaevinde olduğu, en ufak bir eleştirinin ‘gerçeğe aykırı paylaşım’ diye gözaltıyla sonuçlandığı (CHP’li Meclis Üyesi Burak Korkmaz) bir Türkiye gerçeği var.
Altun’un bahsettiği o ‘kutsal adalet mücadelesi’ ile iktidarın uygulamaları arasındaki bu derin uçurum, söylenen her kelimeyi anlamsızlaştırıyor. Konuşmasında küresel düzendeki adaletsizliklere ve ‘güçlünün hukukuna’ isyan eden Altun’un, aynı eleştirel gözle kendi ülkesindeki duruma bakmaması, iktidarın artık kronikleşmiş bir alışkanlığı. Başka coğrafyalardaki insan hakları ihlallerine karşı son derece duyarlı olan bu dil, söz konusu Türkiye’deki muhalifler, gazeteciler veya hak savunucuları olduğunda ne yazık ki sessizliğe bürünüyor. Anlaşılan, ‘yarının adaleti’ için bugünün adaletsizliklerini görmezden gelmek gerekiyor.